saatin üzerindeki yelkovanın
akrebi her çekişinde on ikiye
yaklaştıkça küçük ayın yirmi biri
vaktin ilmiği sıkıldıkça
biraz daha özgür olacaksın
yanardağın göğsünden akmakta olan bir lav gibi
çevrelenecek ruhun
ve dökülecek kelimeler kaleminden
büyük bir gürültüyle
bırak, toplamaya kalkma
onlar bulur yolunu, 
gelirler sana

geldiklerinde;
vurduğunda yani tam on ikiyi yelkovanla akrep
ne ejderhalığın kalacak ne krallığın
gecenin laciverti bir sis misali çöktüğünde üstüne
yalnızca ayak izlerini takip edeceksin ay ışığının
belki bir şarkı, belki bir şiir dolanırken ardınsıra
sen sen olmanın, ona karışabilmenin özgürlüğüyle
açacaksın aşkın eteğinde
sersem bir nilüfer gibi.

açacaksın birazdan
sofistike anlamlar yüklemeden baharın gelişine
sadeliğinde kaybolacaksın güzelliğin
herkes yerli yerine oturacak
kimsenin kimseden alacağı olmayacak.
kahramanlar çıkıp gelecek masallarından
Peter Pan korkusuz, Robin Hood asil olacak
bir çocuk koşacak Gülhane'nin ortasında peşinden
sanıldığı kadar kötü olmayacak hiçbir şey
kimse düşmeyecek yüzü koyun
bacağı kanamayacak
sevmenin ilk kuralı sevilmek olmayacak
ateşlenmeden de uyayabilecek bir kadın sevdiğinin koynunda
sararmış olan hiçbir çiçek solmayacak
akşam ezanı okunmayacak 
ve yarıda kalmayacak hiçbir çocuğun oyunu
bir tam gün boyunca
elinin değdiği ne varsa göreceksin gülümseyecek sana.

üzerinde bir tam yılı devirmiş olmanın yorgunluğu
bu yıl da devrilmemiş olmanın gururuyla
esecek bir rüzgar, geçecek içinden
dağlayacak ciğerini sarsıp dökecek yüreğini
sen aldırmadan orada öyle sırıtacaksın
bir tam gün boyunca
yani olmuşsa ne olmuş vakit yirmiyi sekiz geçe
halen on yıllarca yarın varken yarının rahminde
bozulmamış ahitlerimiz var bizim daha
söyleyecek sözlerimiz;
biliyorsun.

20.02.2020





beklemekten harap olmuş beyaz kağıt
sararmış biraz da değilmeye
duvarları çürümüş bir beton gibi buruşmuş
kalemin ucu körelmiş;
bir merhabaya ha açıldı ha açılacak...

boynumda yaşamak urganı
yaşlı bir balığın gözlerinden izliyorum dünyanı
bir kasım'lık dizeler dökülüyor
titreyen solungaçlarımdan
bu karanlık, bu varoşluk
bu zemheriyi üşüten soğukluk arasında
heves ettim ben sana
n'aparsın?!

-yüzü kara bir çocuğun baloncunun arkasından bakışı gibi
patlamış balonlara bile talip oldum.
oysa;
oysa bir gökyüzü kadarcık bile değildi boyum
nasıl toplayabilirdim tüm balonlarını?-

bu hevesle sevdim ben gecenin karasını
bu hevesle atladım bir yıldızdan diğerine
üçgenler çizerek
maviyi sende sevdim sabahları
uyku mahmurluğunda ısıttım çayımı
rayların gıcırtısını sende sevdim.
ben sende sevdim 
Kasım'ı, 
Eylül'ü, 
Aralık'ı...
sende heves ettim yıllanmayı;
yalnızca sende yaşlanmayı.

bu hevesle tırmandıkça tırmanasım geldi dallarına
zerre korkmadım düşmekten
düşüp tekrar tırmanmaktan
biliyorum;
yarın da korkmayacağım
ister darağacı olsun gövden
ister salıncağım
ben hep bugünü yaşayacağım
bir çocuk hevesiyle

sen bilmiyorsun ya;
ben patlayıp patlayıp karışıyorum bu dünyada her ne varsa
yağmurda elinde şemsiye
yattığın çarşaf
içtiğin şarap benim...
ne varsa sana bir şekilde değen
sızıyorum onlara birer-ikişer
şehrin şebekesinde su
kitabında sayfa
sigarada kül

yani o yüzden düşünüyorum bazen
şimdi biz senle otursak bu akşam
ve içsek bir dahaki Kasım'a kadar hiç durmadan
yine de sarhoş olamam 
çünkü ben o kadar dolmuşum ki sana
o kadar içmişim 
o kadar geçmişim ki kendimden 
bunun daha'sı yok anlıyor musun?
sudaki balık misali 
batmaması gibi yani
sarhoş edemesin sen beni
hali hazırda böylesi sarhoşken.

şimdi belki ve muhtemelen
galip savaşından kaçmak zorunda kalan bir rumi'nin
gömdüğü bakracı bulmak gibidir bu dizeleri okumak
varsın olsun çamuru üzerinde kalsın yazanın
varsın harap olsun kağıt beklemekten
kalemin ucu körelsin
selametler salâhiyete bağlansın
elim yazamasın, dilim söyleyemesin
varsın kasım'lar darbelensin
ne çare?!
dünkü kavganın kahrı, yarının kaygısı derken
olamam bugünden
çünkü;
çünkü heves ettim ben sana
n'aparsın?!




DELİ


Tam üç sefer vurduğumda asamı yere,

İlahi bir sessizlik serpilsin istiyorum; bu eski, bu köhne, antik açık hava tiyatrosunun üzerine. Bir dağın zirvesinden eteklerine inen rüzgarın sıcaklığında, geliyor yine zamanı tam ortasından bölme kudretini taşıyan aydınlığın kılıcı; bugünü eski, yarını yeni yapmaya. Baharın kokusu dağılırken gözlerimin yamacında, gökyüzünün ortasına evlat acısı gibi çökmüş karanlık parçalanıyor.

En temel özgürlük ihlallerinden biri değil mi sokağa çıkma yasağı? Oysa, oysa bilir misin ben bayılırım bu yasağa. Sokağa çıkma yasağı gibidir seni sevmek. Kendi içinde, kendi kendine. Bu yüzden başbakan olmalıyım ben, süresiz sokağa çıkma yasakları getirmeliyim. Çünkü evlerin duvarları yalnızca soğuğu değil samimiyetsizliği de dışarıda bırakır. Ve dahası hiç çamur olmuyor evlerin içinde ve o zaman bir çay koyuyorsun demlice, bir film açıyorsun çizgilisinden, simlenmiş teninle yere seriyorsun bütün melekelerimi, aklımı başımdan alıyorsun seni severken.

Azizleri azizeleri tanrılar korusun, en güzel onlar sever muhakkak lakin ben çağın en günahkarı olmaya adayım. Evet, ben günahkarlar sultanı olmalıyım! Çünkü en kutsal mabetlerde mumları yakmak gibi seni sevmek, binlerce tövbe edip bir fazla günaha koşar adım girmek gibi. Cennetlerden cehennemlerden bağımsız; cezalara vaatlere kayıtsız. Olduğu gibi, dümdüz, insan gibi...

Mühendisler, pilotlar, astronotlar, yargıçlar ne büyük adamlar ama ben cerrah olmalıyım. Evet, bir cerrah olmalıyım ki seni hücre hücre yatırıp tezgahımın üzerine her hücreni öptükten sonra tekrar aynı yerlerden dikebileyim. Titizlikle yapabilmeliyim bunu güzelliğine zeval getirmeden.

Ne Kafka olmak isterim, ne Şekspir ne Wolf, çünkü ben yazmaktan evvel bir dil bulmalıyım. Öyle bir dil olmalı ki bu; dizelerimi döktüğümde dizlerine, dünyada hiç kimsenin böyle sevilmediğine, sevilmeyeceğine ikna olmalısın. Ah ama nasıl yetecek zavallı ömrüm seni anlatmaya? Yoksa önce tanrı mı olmalıyım, zaman mı olmalıyım başı sonu belirsiz?

Yağmur mu olmalıyım, sana olan ıslaklığımı anlatmak için; kar mı olsam, beyazlığını tarif etsem. Toprak mı olsam, yarıp bağrımı yeşersen. Yoksa, yoksa kuş mu olsam da kanat diye seni takınsam.

Seni nasıl sevdiğimi dökmek isteyince ortaya, nasıl coşmakta içimde düşünceler bir bilsen. Sanki nehir kıyısında çıplak elle balık avlıyorum, birini yakalasam diğeri kaçıyor. Birini tutsam çıkarsam, aklım diğerinde kalıyor. Ne olsam bilmiyorum ama ne olduğumu biliyorum.

Ben içinde yaşadığı zamanın en gerisinde kalmış bir deli, deliler gibi seviyorum seni!

Tam üç sefer vuruyorum işte şimdi asamı yere,
                                                                         tak
                                                                            tak
                                                                               tak,
                                                                                  vakit geldi.

Göğsümden içeri sokuyorum elimi. Önce deliyi yakalıyorum orada, sonra onun göğsüne, oradan kalbine ve içindeki muskaya uzanıyorum. Açıp okuyorum üzerinde yılların kokusunu taşıyan muskayı, şöyle diyor:

bir okyanusun çıplaklığında seviyorum seni; derinliğinde
içinde eksi yüzler barındıran soğukluğunda,
sıcak su bacalarının kıyısında.
karanlığında ve aydınlığında,
ama en çok aydınlığında seviyorum,
karanlığında yazdıklarıma aldırma..!
Doğum günün kutlu, aydınlık daim olsun

İYİ Kİ DOĞDUN!



Sevda


Dişlerimizin arasına sıkışmış gece
güneş bir türlü doğmuyor
kuşatmış dört yanımızı kötülük
aksi gibi bütün kovanlar sıkı sıkıya sarılmış çekirdeğine
patlamıyor hiç biri
mile oynamıyor çocuklar
deniz tutan insanları kan bile tutmuyor artık
terk etti pagan tanrılarının neşesi bizi
karınca bile su taşımayı bıraktı İbrahim'e
matemin üzerine dikilmiş gibi suretlerimiz
birbirinden farklı tonlardaki zencileriz.

Mel'un bir salgın yayılıyor aramızda
Herkes herkesten ne çok alacaklı
Can yakmalara doyamıyoruz
Nasıl çağdaş vahşiliğimiz.

Haksızlık etmeyelim tastamam bu kadar değil âdem
şuracıkta bir şeyi de var,
bizi bize dönmeye çağıran
Her birimiz farklı bir isim koyuyoruz lakin
Nihayetinde o pençesindeki tatlı huzuru hissettiğimiz
kötülüğümüzün kartalı

Ağarırken sancılarımız birer ikişer,
dökülüp giden kaygılarımız
ve telaşlarımızın arasında;
ortasında yani "hayat" denilen safsatanın
soyunup çırılçıplak kaldığında her olasılık
elde tek bir sonuç.
doğuyla batının,
             iyiyle kötünün mızrağı çarpıştığında
çıkan kıvılcım gibi,
                      aydınlık.
Ki neyin olduğunu sorduğunda şair
Söylemeye utandırır muhatabını.

Ömrümüz düşmüş kelimelerin esaretine
Söylenen söylemeyen onlarca söz birbirini kovalar
Dilimizden uçuruma her düşenin
                                              yankısında bir koku, bir koku.
O ki; yetim ruhlar yurdunda az duyulan bir kahkaha gibi
Yalın,
      mutlu,
            gerçek.

Şişeye koyup denize bıraktığımız mektuplar
Büyümüşte okyanuslar alır olmuş içine
Dehlizlerinde kaybolduğumuz heyecanlar
Dolup taşmış mataramızdan
Bereketli bir sihir gibi
Nefesi üflenir ruhumuza
O sebeple mil çekilse gözlerimize,
                                                     tanırız
Şakaklarının mırıltısından,
                        saçlarının esintisine.
Kıyama geçeriz azamedinden

Dedik ya suçumuz az değil
Tamam biz yakmışız şehirleri
                              şairleri biz vurmuşuz
Ama hepsinden azade
bir umudumuz da yok değil karantina altında
Golgothada İsa misali
batık bir kosterin
             üzerine konmuş turna umarsızlığında
suskunluğun kıyametinde a leyli
kayıtlara geçsin diye dökülen son bir çığlık;
                                                                        sen.



Yandex.Metrica